Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Ocak 2012 Çarşamba

Lö Söküröv - Ana ve Oğul


Sokurov'un büyük büyük babası Napolyon orduları saflarında Prusya'yla savaşırken düşmana sığınıp oradan da Rusya'ya göçmüş bir Fransız olmalı.

Zira bu film,en önemli,en derin, en beğendiğim sinemalardan biri olan Rus sinemasının bir örneği olmaktan çok Fransız yüzeysellik ve anlamsızlığına sahip

Deneysellik bir şey doğurabildiği zaman katlanılabilir bir zul sanırım ve bu deneyden de yeni bir açılım,yeni bir yol doğmamış maalesef sinema sanatı için

Olan basitçe ve maalesef ,aşırı biçimci resim estetiğiyle sinemanın ırzına geçilmesi..


Sinematografi fetişizmine karşılığım bir yana bu filme dair tüm nesnel değerlendirmelere göre de sadece görsellikte değil sesin kullanımında da ifrat var

Filmde iki metafor kullanılmış ki evlere şenlik :
Ölüm ve yaşam için kelebek metaforu ve doğa ve ana metaforu ..Takdir edersiniz ki bu ikisi de dünyanın en sığ,en yavan ve 10 yaşındaki bir çocuğu bile şaşırtıp düşündürtmeyecek metaforlarından.

Başrol oyuncusu kadının çok anlamlı, çok farklı ve büyük oyunculuklar vaadeden yüzünü ve bakışlarını da bozuk para misali harcamış ne yazık ki Sokurov

Hepsinden belki daha acıklı olan,daha öfke uyandıran ise Rus sinemasının geçmişteki ve günümüzdeki büyük ustalarının ( Tarkovski, Konchalvsky,Mikhalkov,Klimov, Balabanov, Zygnaitszev) hepsinin bazen isteyerek ama çoğu zaman kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak eserlerine sinen ve tüm algılarımızla hissettiğimiz Rusya'nın ruhunu bırakın yakalayamamış olması ,bundan bir nebze bile barındıramaması.


Filmin belki tek iyi yanı sadece 70 dakika sürmesi ama bu da kendisine dakika başına en büyük sıkıntı ve bunaltı yaratmayı başarabilmiş film ödülü getiriyor

24 Ocak 2012 Salı

Torino Atı - Let there be dark


Tanrı dünyayı 6 günde yaratip ,7.günde dinlenirken; Macar sinema tanrısı Bela Tarr dünyayı 6 günde yok edip üstüne zihinlerimizi 7.gün tembelliginden mahrum ediyor

Tanrının ölümünü muştulayan Nietszche'nin karşısına sakat,dermansız,çaresiz bir tanrı koyuyor

Bu tüm zamanların en tüyler ürpertici, en minimalist, en biçimci ,en sanatsal, en derin kıyamet filminde,
Tanrının,dünyanın,insanlığın ölümünü,
daha doğrusu intiharını izliyoruz..
Sırasıyla tahtakurtları,su,at,ışık intihar ediyor
Sonra insan ve en sonra da tanrı..

Ve son filmi olmasi bağlamında belki de Bela Tarr sinemasının görkemli intihari..

Öte yandan yalın bir hiçlikte yaşayan insanların dayanılmazlığı...
Anadolu'da seyahat ederken dağ başında "hiç"liğin ortasında konuşlanmış bir iki ev gördüğümde onların yaşamlarını düşünüp hep korkmuş ve ürpermişimdir.
İşte bu hiçlikte,bu yalnızlikta,bu monotonlukta yaşanıp biten binlerce yaşam var ve bunu sinemada 2.5 saat izlemeye bile tahammül edemiyoruz

Torino Atı o kadar eşsiz bir film ki mükemmel tekniğine bile çok kafa yoramıyor insan.Oysa ne büyük haksızlık..
Ruzgar'ı Tarkovski'den bile iyi "oynatıp" beni sadece kışın ikinci kere seyrederken değil baharda sımsıcak sinemada bile üşüten, patates soyulurken her defasında elimi yakan bir film.

Kameranın o rutini sürekli başka açıdan yakalaması,filmin bir karakteri haline gelen müzik, atın da kendisi, pencereden dışarı bakış,evden kuyuya çıkış sahneleri...

Kameranın ,sinemanın her türlü tekniğini neredeyse bir mikrocerrahi ustalığıyla kullanıp hiç birini kullanmamış duygusu yaratacak saflığa ulaşmış bir ustalıkla yapılan bu film sadece Bela Tarr'ın son filmi olmayacak.

Bu bildiğimiz anlamıyla sinemanın da sonu.

Torino Atı'ndan sonra sadece sinema değil seyreden her şanslı insan da farklı birşeye dönüşecek.