Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Haziran 2010 Çarşamba

Butterfly Effect

Yanlış coğrafyada,yanlış mevsimde çoğalmış bahtsız ve çaresiz kelebeklerin istilasına uğradık . Karnımızda kanat çırpan kelebekleri özlerken...

22 Haziran 2010 Salı

Çarşıdan aldım bir tane...

Necip Türk takımlarından birinin yöneticisinin basın açıklaması : "Quaresma olmasaydı Maicon'u alıyordum"

Quaresma piyasa değeri 7 milyon euro civarında olan Portekiz milli takımı kadrosuna çağrılmayan ,yeteneklerini asla sergileyememiş,birgün oynama ihtimali sevilen "bir ziyan olmuş yetenek" ;

Maicon FIFA dünya sıralamasında 1 numarada bulunan Brezilya milli takımının ve Sampiyonlar ligi şampiyonu Inter'in yıldızı ..Piyasa değeri yaklaşık 40 milyon euro ve Real Madrid ,Inter'den alabilmek için deliriyor..

Hadi çeşitleyelim :

- Evde portakal bitmişti yoksa LCD TV alacaktım

- Pasaportumun süresi dolmuş yoksa Obama'dan makas alacaktım

- First we take Manhattan then we take Berlin (Leonard Cohen'i bu maskaralığa alet ettiğim için özür dilerim)

- İstediğim rengi tutturamadılar yoksa Lamborghini alacaktım.

- Çocuğun okulu olmasaydı Eflak ve Boğdan'ı alacaktım.

- Sayı saymayı bilseydim Matematik'ten 10 alacaktım

- Alaturka tuvaleti olsa Boğaz'dan yalı alacaktım.

Yıllardır hep söylerim " the good,the bad and the ugly" 'nin "ugly" siydiniz ...

Artık revize ediyorum;

"The good,the bad and the funny !"

21 Haziran 2010 Pazartesi

Kaytan vuvuzelamı sürsem nerenize !

Bitirdiniz sonunda !

Güzel oyunu bitirdiniz..Pelelerin,Kempeslerin, Platinilerin, Cruyffların,Maradonaların oyununu..4 yılda bir gelen bayramımızı bitirdiniz !

Tribunlerin gol sesini bile arı vızıltılarına kurban ettiniz

Her sene abuk subuk aerodinamik yapıda tasarladığınız, maçlar başlarken zoomladığınız , top denen kanlı canlı varlığa tecavuz edip ,adına Jabulani dediniz.

"Enteresan" bir şekilde "bloklar arası baglantı" kurdurup "huni şeklinde alan daralttınız"..Güzel futbolu beğenmeyen ama kafası kesik tavuklar gibi koşan "fiziği kuvvetli" adamlara övgüler düzen "platform düşücü " yorumcu bozuntularıyla içimizi daralttınız..

Globalleşeceğiz ,paraya para demeyeceğiz diye Korelere ,Güney Afrikalara dünya kupası vererek
futbol kültürünü maskara ettiniz

"Alt-üst", "iddaa" derken midemizi alt üst ettiniz

Simon Kuper "Futbol asla sadece futbol değildir " demişti..Sayenizde artık futbol futboldan başka herşey oldu..

Ama allahın tokadı yok !

Tüm pespayeliklerinize rağmen Latino rüzgarı esiyor ve endüstriyel futbolunuzun üzerine tüm zerafetiyle kabus gibi çöküyor...

Ve mavi beyaz çubuklu giymiş o küçük raşitik çocuk tüm bu maskaralıklara rağmen kalbimizin bayrağını taşıyor...

15 Haziran 2010 Salı

Slowhand İstanbul'da


Yıllardır beklediğimiz Eric Clapton'ı sonunda eski dostu Steve Winwood'la beraber misafir edebildik.

Çakmakperver Türk seyircisinin istek şarkılarından Wonderful Tonight 'i çalmasa da benim açımdan son derece tatminkar bir perfomans oldu. Wonderful Tonight'i en yakın arkadaşı George Harrison'ın karısı Pattie Boyd'u merdivenlerin başında görüp çarpıldığında yazdığını ,sonra da en yakın arkadaşının karısını ayartıp evlendiğini bilseler "ıyy tıynetsiz ,şerefsiz adam" derler ya neyse..Bu arada "Layla" da bu tavşan dişli patates suratlı ablaya yazılmıştır..Neyse "Layla" yı çaldı da seyirci isyan etmedi.

Blues /rock köklerine dönüp harika bir playlist seçmiş.Bol bol solo atarak gerçek rockseverleri mest etti.Ayrıca " Hello İstanbul, i love shish kebap,raki " olaylarına girmeden sadece "Thank you " diyerek "size saygım var ama yalakalık yapmam işimi yaparım "duruşuna da şapka çıkarıyorum..

After Midnight, Crossroads ve tüylerim diken diken Cocaine dinledim .Böylece bucket list'e de bir çentik attık..Gerçi bir "Little Wing" ve " Sunshine of your love" da çok iyi giderdi ama sonuçta ortak bir konser olduğu için şarkıların yarısı doğal olarak Steve Winwood'unkilerdi..

Bir de konser sırasında Suada'dan patlatılan havai fişekler yüzünden adama ayıp oldu diye seyirci çok utandı sıkıldı.Ah benim mahçup burjuvazim ah..Slowhand'in de çok penasındaydı sanki..Adam neler görmüş geçirmiş ne ortamlarda çalmış üç beş çatapatı mı takacak...

Bak ne diyeceğim Eric,bir daha gelişinde önceden haber ver benim berber Davut'a götüreyim seni..Ne öyle lepiska saçlar..Yakışıyor mu adama...

10 Haziran 2010 Perşembe

Noi Albinoi - Biraz sıkış ben de geliyorum o kapağın altına..


Dagur Kari adlı elma yanaklı 73 doğumlu İzlandalı kardeşimin ilk filmi..

17 yaşından beri topladığı malzemeyi sağdan soğdan topladığı kendi deyimiyle "oyunculuktan nefret eden oyuncularla" bol miktarda emprovize yaparak çekmiş..Ki bu oyuncular arasında arkadaşları,balıkçılar,marangozlar hatta eski öğretmeni de var..Filmin müziklerini de kendi grubuyla yapmış..Bir de utanmadan Hitchockvari bir kısa rol vermiş kendisine ama neyse ki itiraf ediyor..

Otobiyogrofik öykü değil ama hayatının negatifini yapmış..

Zamansız bir film yapmak istemiş ve sonuna kadar da başarmış..Aslına bakılırsa film İzlanda filmi ama İzlandalı filmi değil.Yani İzlanda'da geçiyor ama beyaz geceleri,alkolden başka sığınacak şeyi olmayan umutsuz insanları anlatmıyor Baltazar Kormakur filmleri gibi..Bu anlamda mekansız bir film olduğu da söylenebilir..Al bu filmi karlar altında Montreal'e koy pekala yadırgamadan seyredersin..O anlamda evrensel denebilir.

Noi karakteriyle kaçıp kurtulmak isteyip kaçamıyorsunuz,onunla beraber yer altındaki sığınağına saklanıyorsunuz..Bir nevi kendi dışlanmışlığınızın konsantre hali o çocuk..

Bir de kırmızı slayt makinesi var çocuğun.Benim de küçükken aynısından vardı ve tek izlediğim Orman çocuğu Mowgli'nin resimleriydi..Hikayeyi bilmez ama resimleri çok severdim.39 yaşında kurabiyem sayesinde artık ezberledim Mowgli'yi ,Ayı Balou'yu, Kaplan Sherkan'i....Kırmızı slayt makinesi de filmde çıktı karşıma...

Adının anlamının "mezarlık" olduğunu bu filmle öğrendiğim Kierkegaard'la açılan film, mezarlıkta çalışan Noi'yle devam ediyor ve sonunda tamamen bir mezarlığa dönüşen evi ve dünyasıyla bitiyor.. Mezarlıkla ilgili kendisinin bile farkında olmadığı bir saplantısı var yönetmenin.

Film boyunca pastanın üstünden tutun, duvar kağıdına kadar heryerde "cennet"i simgeleyen palmiyelere özlem var..

Sonunda olabilecek en koyu felaket olup da özgürleştiğinde ,bir oh çekip Küba'nın dalgalarını o çocukla beraber ruh serinliğiyle izleyebiliyorsunuz...Filmin sonunda da koşarak sıcak bir diyara gitmek istiyorsunuz

ve çok başarılı sahneler :

- Parçalanan piyano ,"bunda müzik yok" Nick Cave'e gönderme...
- Sigara içmeyi öğretme sahnesi "amen"
- Kan kazanı ve döküldükten sonraki baba ve babaanne
- Bankadan para çekmenin iki yolu
- Pompalı tüfekle uyandırma (allahtan benim annem sadece havuç sıkma makinesi kullanırdı)
- Mayonez yapma üzerine Fransızca dersi (mukemmel absurd bir sahne)

Filme bir göz atılmasında fayda var velhasıl kelam..

Bu filmden sonra iki tane daha yapmış..Başıma dert aldım şimdi onları da bulup seyretmek lazım

2 Haziran 2010 Çarşamba

Fena halde kişisel bir KAL-kedon

Rıhtımdaki boğa heykelini gördüğünde sağlık ocağında aşı olacağını anlayıp korkudan annenin elini sıkmaktı Kadıköy

Sıcak yaz akşamlarında korkunç arabesk müzikler, herbiri farklı imla yanlışıyla yazılmış "maaşallah"lar ve mor yanar döner ışıklarla bezeli minibüslerle gidilen,Platin'de bilardo oynadıktan sonra yürüyerek yokuşlarından sahiline inilen ve orada seyyar satıcıdan nohut pilav yenen yerdi Kadıköy

Teri üzerinde kurumuş gömleğin ve henüz terlememiş bıyığınla içinden odun parçaları çıkan Maltepe sigaranı içerek Moda'ya yürümekti Kadıköy

Karlara bata çıka kaçtığın Bomonti'de bin kere demlenmiş çaydan onlarca bardak içerek "kız almadığın" "Rıfkı'yı soktuğun " yerdi Kadıköy

Annenin "oğlum" diyerek hazırladığı köfteli ve turşulu yarım ekmeğin içinden yatılı ve aç ve öfkeli arkadaşların tarafından çalınan köftelerine isyan ettiğin,büyüdüğünde isyanından utandığın yerdi Kadıköy

Sınıfta öğretmen "bunu yapan çıksın" dediğinde bütün sınıfın tek tek ayağa kalkıp "ben yaptım" diye Spartacus'e öykündüğü yerdi Kadıköy

İlk yumruğu yediğin,ilk zafer çığlını attığın yerdi Kadıköy

Çocuk girdiğin erkek çıktığın yerdi Kadıköy